2 Haziran 2011 Perşembe

Yazarlık Okulu



Kitap adı: Yazarlık Okulu

Yazar adı: Necdet Karasevda


Son zamanlarda, yazılanları okumanın yetmeyeceği, nasıl yazılması gerektiğini de okumamın faydalı olacağı düşüncesindeyim. Ve bu sebeple yazı üzerine kitaplar edindim ve onları okuyorum.

Daha sonra bahsedeceğim diğerlerinden önce, "Yazarlık Okulu" adlı kitabı yazmak istedim. Okuduğum kitapları buraya yazmam genelde biraz zaman alıyor. Çünkü okuduktan sonra beğendiğim yerleri bilgisayar ortamına aktarıp, alıntılar yapmayı seviyorum.

Ama bu kitap öyle bir kitaptı ki, alıntı yapmak isteyeceğim tek bir cümle bile yoktu.

Kitabın ana düşüncesi "herkes yazar olabilir". "Herkes yazabilir" denilse anlarım ama yazar olmak bu kadar basitleştirilmemeli bence. Çünkü bu mantıktan yola çıkarsak, bu kitabı yazan kişiye de "yazar" dememiz gerekir.
Ama bence değil.

Kitabın fazlasıyla basit olan dili çok yapmacık duruyor. Kitapta da bahsedildiği üzere, "değer katacak kitaplar okumak" gerek ve bu kitap onlardan birisi değil.


Chako

Bekleyen Kitaplar


Işığın Öyküsü - Mitolojiden Matematiğe Işık Kuramının Tarihsel Gelişimi
Hüseyin Gazi TOPDEMİR
Tübitak


Vadideki Zambak
Honore de Balzac
Alkım


Voss Yüreğimdeki Çöl
Patrick White
Literatür


Düello - Gayri Resmi Amerikan Tarihi - 1
Gore Vidal
Literatür


Olimpiyat
Tom Holt
Literatür


Tüfek, Mikrop ve Çelik
Jared Diamond
Tübitak


İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog
Galieo Galilei
Türkiye İş Bankası Kültür


The Fountainhead
Ayn Rand
Signet


Ekonomi Politikası - Teori ve Türkiye Uygulaması
Dr. Mahfi Eğilmez / Dr. Erkan Mumcu
Om Ekonomi Politik


Şansın Terbiye Edilişi
Ian Hacking
Metis


Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu
Max Weber
Ayraç


The Ascent of Money - A Financial History of the World
Niall Ferguson
Penguin


Toplum Sözleşmesi
Jean-Jacques Rousseau
Türkiye İş Bankası Kültür


Tarihsiciliğin Sefaleti
Karl Popper
Plato


Görünmez Adam Smith
Derleyen: Mine Kara / N. Emrah Aydınonat
İletişim


Makalat
Şems-i Tebrizi
Ataç


Büyük Fizikçiler - Galileo'dan Hawking'e Büyük Hayatlar
William H. Cropper
Oğlak Bilimsel


Özgürlük Üstüne
John Stuart Mill
Belge


Hürriyet Üstüne
John Stuart Mill
Liberte

Koku




Filmi de çekilen (seyretmedim) bu kitabı doğum günümde kuzenimin hediye olarak vermesiyle edindim. Belki okuduğum kitapların içinde romanların az yer tutması sebebiyle, belki de sevdiğim romanların daha çok yakın tarih ile ilgili ve yaşanmışlarla daha bağlantılı olması sebebiyle bu roman başlangıcından itibaren bana biraz uzak kaldı.

Kendi kendime dedim ki ben bu romanı yeterince en azından yazarın anlatmak istediği kadarıyla anlayamayacağım. Bu hisse daha önce Kafka’nın “Değişim” ve “Dava” kitaplarında yaşamıştım. Hatta benim okuduğum yayınevi baskısında iyi hatırladığım bir nokta vardı ki o da, “Dava”’nın sonunda yazarın yakın arkadaşlarından birisinin Kafka’nın gerçekte ne demek istediği ile ilgili hayli uzun bir bölümün olmasıydı.
Roman çeşitlerini ya da akımlarını bilmiyorum Patrick Süskind bu konuda nerede değerlendiriliyor o konuda da bir bilgi sahibi değilim. Ama sembolizm denilebilir ise eğer ben en azından şuanda bundan çok fazla hoşlanmıyorum. Bir romanda ya da resimde ya da herhangi bir sanat eserinde birisinin o eserde ne anlatılmak istendiğini bana anlatması saçma geliyor. Benim o eserden bir şeyleri kendim almam gerekir, yok alamıyorsam zaten o esere hazır değilimdir. Belki de eser bana hazır değildir. :)
İşte bu tarz bir duyguyu “Koku”’da da “Dava”daki kadar olmasa da yaşadım. Kitaba gelince, Patrick Süskind’ın eseri olan bu romanda ana karakter (Jean-Baptiste Grenouille) 18. Yüzyılda Paris’te leş gibi kokan bir balıkçı tezgâhının altında evlilik dışı bir çocuk olarak dünyaya gelir. Annesi doğumdan sonra elindeki bıçakla bebeğin kordonunu keser ve sonrasında bayılarak sokağa yuvarlanır. Bu sırada tezgahın altında yeni doğmuş bebek ağlamaya başlar ve annesinin sonunu getirir. Çünkü anne bebeğini ölüme terk edeceğini bunu daha öncede beş kez yaptığını itiraf eder ve idam edilir. Bebek birkaç kez sütanneye verilir ama sütanneler çok fazla süt emdiği için karlı olmaması ve sevimsiz bulunması sebebiyle her seferinde Grenouille’ i geri getirirler. Bu sütanneleri bulma işini de Saint-Merri Manastırı Papazı Terrier üstlenmektedir. Fakat 2-3 günden fazla dayanamayan bu sütannelerin birisini Papazın ikna etme çabaları sırasında sütanne Jeanne Bussie’nin söylediği bu çocuğun içine şeytan girmiş “hiç kokmuyor” cümlesi romanında adeta hem başlangıcı hem sonu.
Açıkçası kitabı daha fazla anlatmak istemiyorum, arka kapakta belirtildiği gibi Jean-Baptiste Grenouille büyüdüğünde bir katil oluyor.
Neden katil oluyor?
Kitabın sonunda idam edilmek üzere meydana getirildiğinde neler oluyor?
O da kitabı okuyanlara kalsın.

1 Haziran 2011 Çarşamba

Bin Muhteşem Güneş



Kitap adı: Bin Muhteşem Güneş

Yazar adı: Khaled Hosseini


Bu kitabın ilk olarak ingilizce baskısını görmüştüm yıllar önce; " A Thousand Splendid Suns". Acaba türkçesi ne olabilir diye düşünmüştüm. Bin muhteşem neydi acaba, güneş olamayacağına göre? Olabilirmiş.

Meryem'n hikayesiyle başlıyor kitap; evlilik dışı doğan "harami" Meryem'in. Annesi onu tek başına büyütmektedir ama Meryem'in babası Celil, onun için dünyalara bedeldir. Bu sevgi annesine malolunca Meryem için hayat umduğundan çok çok farklı bir şekilde ilerler.

Evlenir, çocuğunu kaybeder ve anlamaya başlar annesini.

"Bizim gibi kadınların neler çektiğinin göstergesi, demişti. Başımıza gelen herşeye nasıl sessizce katlandığımızın."

Leyla ise hala geleceğe umutla bakmaktadır. Tek derdi Tarık'ın yokluğudur;

"Daha beşinci gün dolmadan, Leyla zaman hakkında son derece önemli bir gerçeği öğrendi: Tarık'ın babasının arada bir eski Peştun şarkıları çaldığı akordeon gibi, zaman da Tarık'ın yokluğuna ve varlığına bağlı olarak, uzuyor ve kısalıyordu."

Meryem ve Leyla'nın yolları kesiştiğinde ikisi için de hayatın pek bir anlamı yoktu, Leyla ölmüş gibiydi, Meryem ise ölüme susamakta. Ama bu istekleri dışında devam eden birliktelik, ikisini de şaşırtarak farklı bir hal alır.

Güzel bir kitap bence.

Bir de kitabın bir yerinde Meryem

- "Bir yol var" dedi, "tek yapmam gereken onu bulmak."


Chako

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Arı Kovanına Çomak Sokan Kız




Kitap Adı: Arı Kovanına Çomak Sokan Kız

Yazar Adı: Stieg Larsson


Ve Milennium serisinin son kitabı! Çakma Stephen King fotoğrafına rağmen Stieg Larsson'un güzel kitaplar yazdığını düşünüyorum. Kitapların üçü de gayet sürükleyici ve merak uyandıcıydı.

Bu son kitapta İsveç polis teşkilatı ve istahbarat teşkilatının kendi içinde gruplara bölünmüş olması ve Lisbeth'in çocukluğundan itibaren maruz kaldığı haksızlıkları görüyoruz.

Lisbeth ve onun hastanedeyken bile geri duramadığı sanal alem ve bilgisayar konusundaki dehası da bir kez daha karşımıza çıkıyor.

En basit tabiriyle iyilerin kötüleri yenmesiyle biten kitap, çok uzatılmadan tadında bırakılmış bir seriydi.

Tavsiye ederim.


Chako

Ateşle Oynayan Kız



Kitap adı: Ateşle Oynayan Kız

Yazar adı: Stieg Larsson


Ejderha Dövmeli Kız'ın devamı niteliğinde olan bu kitapta, Lisbeth'in geçmişini öğreniyoruz.

İsveç'teki kadın ticaretini araştıran bir gazeteci ve konuyla ilgili tez hazırlayan sevgilisinin yanı sıra onlarla alakasız gibi görünen bir avukatın öldürülmesine ilişkin araştırmalarda Lisbeth'in parmak izine ulaşılması üzerine kurgulanmış kitap.

Avukat Nils E. Bjurman, Lisbeth'in vasisidir ve İsveç'e irtica etmiş olan Rus babasından haberdardır. Kitabı okuyanların göreceği üzere Lisbeth'ten intikam almak için bir sebebi vardır ve babasına ulaşmaya çalışması öldürülmesine sebep olur.

Mikael, Lisbeth'in suçsuz olduğuna inanmaktadır ve konunun peşine düşmekten geri duramaz.
Lisbeth'in düşmanları kadar dostları da vardır ve tabi ki kötü polisler kadar iyi polisler de.

Bu kitap bir öncekine nazaran heyecanlı bir yerde bitiyor, çünkü kitabın sonunda Lisbeth başında bir kurşunla kanepede yatmaktadır.


Chako

Ejderha Dövmeli Kız



Kitap adı : Ejderha Dövmeli Kız

Yazar adı : Stieg Larsson

Serdar Özkan'ın "Kayıp Gül" kitabından ve Canan Tan'dan sonra bestseller diye reklamı yapılan kitapları okumama kararı almıştım ama bir şekilde bu kitabı aldım. Bir cuma akşamı kafam dağılsın diyerek başladığım kitap, büyük bir merak içerisinde okuduğum ve devamını da okuma isteği uyandıran bir klasik oldu benim için. Kısacası uzun zamandır kitap okurken duymadığım merakı bu kitap yeniden yaşattı bana.

Kitabın baş kahramanlarından birisi olan Mikael Blomkvist, Milennium dergisinde çalışan, güvenilirliğini yakın zamanda kaybetmiş bir gazetecidir. Kaybettiği mahkemeden sonra bir süre gözlerden uzak olmak ve aldığı teklifin cazibesi dolayısıyla Henrik Vanger'le bir anlaşma yapar ve Hedeby adasına gidip, yıllardır çözülememiş olan Harriet Vanger olayına dahil olur.

Harriet Vanger 16 yaşındayken ortadan kaybolmuştur ve başına ne geldiği tüm çabalara rağmen bulunamamıştır. Henrik Vanger ise kafayı bu konuya takmış, yaşlı ama zengin amcasıdır.

Mikael'e bu konuda yardım edecek kişi ise daha sonraki kitaplarda karşımıza daha sık çıkacak olan ve kitaba adını veren kişi olan Lisbeth Salander.

Lisbeth ufak tefek oluşu, ilginç dövmeleri ve piercing'leriyle dikkat çekerken, asıl uzmanlık alanı olan bilgisayarlar konusundaki yeteneğini gizlemektedir. Bu ilk kitapta geçmişi hakkında fazla bilgi edinemediğimiz Lisbeth, sorunlu görüntüsünün ardına gizlenen fotografik belleğiyle Mikael'e çok yardımcı olur ve aralarında diğer kitaplarda da göreceğimiz bir arkadaşlık oluşur.

Bayağı sürükleyici ve ilginç bir kitap olmasının yanı sıra İsveç hakkında bayağı bir bilgi edinmemi de sağladı. Tavsiye ederim.


Chako

29 Nisan 2011 Cuma

Dünyayı Değiştiren Beş Denklem


Öyle bir kitap ki, bu kadar bilimsel gerçeklikten bahsederken sizde kalan ne formüller ne de bilimsel ayrıntılar oluyor. Atomu parçalamak için hırsla ve şevkle çalışmaya başlamak isteğine sebep olacak bir duygu seline kendinizi kaptırıyorsunuz…

Kitap her formülün tarihsel gelişim sürecini ve günümüze etkilerini anlatan bölümlere ayrılmış..

Kitap sizi tarihin içinde; kimi zaman haksızlığa uğramış bir çocuk, kimi zaman en sevdiğini kaybetmiş bir kişi, kimi zaman bir dahi ile yolculuğa çıkarıyor. Kısa hikayeler şeklinde anlatılmış kitap bazı edebi ya da edebiyat dışı kitaplar gibi sizi boş göndermiyor, yeni bilgiler ve sevinçle ayrılıyorsunuz kitaptan. Kitabı bitirdiğinizde ise sevdiklerinize hediye ediyorsunuz ki ben hediye aldığım bu kitabı bir başkasına hediye ederek yolculuğuna devam etmesini yardımcı oldum.

Rudolf Clausius’un çocuğunu doğururken ölen bir annenin kocası ve hayatın kaybettiren yönünü bir nevi göz önüne seren yani evrenin düzensizliğe doğru ilerlediği ortaya koyan bilimsel çalışmayı yapan kişi olması, çok büyük bir tesadüf olmasa da okuyucu için hikaye oluşturmakta. Tek cümle ile soluk soluğa okuyacağınız müthiş bir kitap. Hemen alın.

Bir süre baskısının yapılmadığı ve bulunamayan kitap yeniden raflarda. Tübitak yayınlarından.

miracle & salviati

24 Nisan 2011 Pazar

1924 Bir Fotoğrafın Uzun Hikayesi



Midhat Cemal’in Mehmet Akif’in eseri “Safahat”’ın altıncı bölümü olan “Asım”’ın yayınlanması şerefine evinde verdiği ziyafette çekilen fotoğraftaki kişileri takip eden bir anlatı kitabı, “1924 Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi”. Davette bulunan altı edebiyat insanının yer aldığı fotoğraftakiler, ev sahibi dışındaki beşi; Abdülhak Hamid, Mehmet Akif, Süleyman Nazif, Cenab Şahabeddin ve Sami Paşazade Sezai’dir.

Kitapta ayrıca başka birçok kişiden bahsedilse de öne çıkan diğer üç isim; Faruk Nafiz ki kendisi bu davette mevcut fakat fotoğrafta bulunmamaktadır. Abbas Halim Paşa, sanatçı dostu ve destekçisi aynı zamanda davetin verildiği Midhat Cemal’in dairesinin de bulunduğu Mısır Apartmanının sahibi. Fuad Şemsi, apartmanın idarecisi ve aynı zamanda Mehmet Akif’in Asım’ı ithaf ettiği kişi.

Kitabın önsözünde Ayvazoğlu bu fotoğrafı ilk olarak lise yıllarında okuduğu Midhat Cemal’in “Mehmet Akif” adlı eserinde gördüğünü söylüyor ve fotoğraftaki kişileri söyle tanımlıyor.

“Elhan-ı Şita şairi Cenab Şahabeddin, Daüssıla şairi Süleyman Nazif, Makber şairi Abdülhak Hamid, Sergüzeşt yazarı Sami Paşazade Sezai ve Mehmet Akif, mükellef bir sofrada bir araya gelmişlerdi. Midhat Cemal hakkında fikrim yoktu, ama yürekleri titreten,

Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır

beytinin ona ait olduğunu biliyordum.”

Kitap üç ana bölümden oluşmakta;

Birinci bölüm: 1924

İkinci bölüm: Karenin Dışındakiler

Üçüncü bölüm: Göç Vakti

İlk bölümde adı geçen kişilerden, bu kişilerin kendi aralarındaki ve çevreyle ilişkilerinden, toplantının sebebi olan “Asım”’dan geniş olarak ve dönemin siyasi atmosferinden ise ayrıntılar üzerinden söz ediliyor.

Toplantının ev sahibi Midhat Cemal Atatürk’ün meclis kürsüsünden bir şiirini okumasıyla tanınmaya başlamış esas mesleği 1922’den ölene kadar sürdürdüğü Beyoğlu 4. Noterliği olan edebiyata düşkün bir şahıstır. Kendisi Mekteb-i Hukuku birincilikle bitirmiş ve Türkiye’nin ilk hukuk doktorudur.

Bu bölümle ilgili bahsetmek istediğim iki siyasi ayrıntı ise şu;

İlk meclis iki gruptan oluşmakta ve ikinci grup muhalif grup olarak tanınmaktadır. İkinci grubun liderlerinden Tan gazetesi sahibi Ali Şükrü Bey’in Muhafız Alayı komutanı Topal Osman tarafında öldürüldüğünün anlaşılması üzerine iki grup arası gerginlik artmış ve birinci grubun teklifi ve uzun zamandır kendisi de seçim isteyen birinci grup ve bağımsızların desteği ile seçim kararı alınmış. İşte bu noktada ilginç bir hamle yaşanıyor ve birinci grup seçime çok az bir süre kala Hıyanet-i Vataniye Kanununun birinci maddesinde değişiklik yapıyor ve ikinci gruptakilerin seçime girmesini engelleyerek muhalefeti devre dışı bırakıyor. Ayvazoğlu’nun bu noktada yorumu Lozan Antlaşmasının meclis denetiminden kaçırılmak istenmesi şeklindedir. Bu yorum bilgiye dayanıyor olabilir fakat yazar o konuda bir şey söylememiş.

İkinci siyasi-toplumsal ayrıntıyı ise yazardan aynen naklediyorum,

“İskilip’li Atif Efendi, bu arada, Anadolu’da şapka yüzünden yer yer çıkan ayaklanmaların kışkırtıcısı olarak tutuklandı, İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı ve söz konusu kanundan bir buçuk yıl kadar önce yayımlanan Frenk Mukallidliği ve Şapka risalesi gerekçe gösterilerek idama mahkum edildi.”

Maalesef toplumu zorla değiştirmek adına en kibar tabirle böyle “acayip” işler yapıldığı yıllar tarihimizde mevcut, geçmişle ilgili bir müdahalede bulunamayacağımız ortada olmasına rağmen günümüz için çıkarılacak dersler olduğu da muhakkak. Kişisel olarak ilerideki yazılarımda toplumsal dönüşümde devrim ve evrim seçenekleri üzerinde durmak isterim ve umarım bunu yakın zamanda gerçekleştirebilirim.

Yukarıda verdiğim ayrıntılar bölümün esas konuları değil, ana konu fotoğrafta bulunan kişiler, tabiî ki yazar nedensiz siyasi konulara girmiyor ancak ondanda burada bahsetmeyeyim ki kitabi okumayı düşünenler için bazı konular örtülü kalsın.

İkinci bölümün adı “Karenin Dışındakiler”, burada Ayvazoğlu fotoğraftaki kişilerin akrabaları ya da arkadaşlarından bahsediyor. Bir alt başlıkta ise aynı kişiler üzerinden Türkçülük bahsine giriyor ki çok ilginç ve önemli ayrıntıların birisini yazmak istiyorum.

Kitaptan, 1869 yılında İstanbul’da 1870 yılında ise Fransızca olarak Paris’te basılan Les Turks anciens et modernes (Eski ve Yeni Türkler) adlı eserin yazarı olan ve ilk Türkçülerden biri olarak tanıtılan Mustafa Celaleddin Paşa’nın asıl adının Constantin Borzecki olduğunu ve Osmanlıya sığınarak Müslüman olan bir Polonya’lı olduğunu bilgisine ulaşıyoruz. Paşa kitabında Türklerle Avrupalıların aynı ırka mensup olduklarını ileri sürmüş.

Bu bölümde ayrıca Said Halim Paşa ve Abbas Halim Paşa kardeşlerden bahsediliyor ki, Said Halim Paşa’nın 1921’de Roma’da bir ermeni tarafından öldürüldüğünü öğreniyoruz. Ayvazoğlu'nun Abbas Halim Paşa’dan bahsetme nedeni ise Mehmet Akif’in dostu ve Mısır’da kendisini misafir eden kişi olması. Tabiî ki bu konuda da ayrıntılar kitapta mevcut.

Diğer ayrıntılarda ise, geçmişle bağı koparmak ve batıya yönelebilmek adına İstanbul konservatuarı Türk Musikisi bölümünün 1926 kapatılması ve 1932 yılında radyoda icrasının yasaklanması, Mehmet Akif’in musikiyle ciddi olarak ilgilenmesi ve 1913 yılında Neyzen Tevfik’ten Şekerci Han’da ney dersi alması, ilerleyen yıllarda Mehmet Akif’in batı müziğine ilgisi, Akif’in kızının Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanımdan resim dersleri alması da var.

Son bölüm olan “Göç Vakti”’nde ise adından da anlaşılabileceği gibi fotoğraftaki altı kişinin ölümleri anlatılmakta ki sırasıyla 1927 Süleyman Nazif, 1934 Cenab Şahabeddin, 1936 Sami Paşazade Sezai, 1936 Mehmet Akif, 1937 Abdülhak Hamid, 1956 Midhat Cemal’dir.

Kitabi genel olarak değerlendirmem gerekirse oldukça beğendim, bunun iki sebebi var. Birincisi tanıdığımız ya da bir şekilde ismini duyduğumuz insanlar ve yakın tarih hakkında ayrıntılarla bilgi vermesi ki bu içerikle ilgili bir sebep, ikinci sebep ise daha öncede bir kitabını okuduğum ve beğendiğim yazar Beşir Ayvazoğlu’nun cep boyutunda 316 sayfa olan bu kitabının referans bölümünde 230’un üzerinde kitap ve belgeye yer verebilmesi. Bence bu her hangi bir kitap için özellikle de bu şekilde tarihi konu ya da kişilerden bahseden bir kitap için önemli. Çünkü kitapta Ayvazoğlu’nunda yer yer belirttiği gibi bir olayın ayrıntılarını farklı kişiler farklı hatırlayabiliyor bu yüzden birkaç kaynaktan doğrulatılması ya da birkaç alternatifin belirtilmesi gerekebilen haller olabilir, yazarda bu konuya benim gördüğüm kadarıyla gereken önemi vermiş.

Yazıyı kitabin konusu olan fotoğrafın çekildiği toplantının sebebiyle yani “Asım”dan bir bölümle bitirelim.

Yıkmak insanlara yapmak için kıymet mi verir?
Onu en çolpa herifler de, emin ol, becerir.
Sade sen gösteriver “İşte budur kubbe!” diye;
İki ırgatla iner şimdi Süleymaniyye.
Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhat, o zaman,
Bir Süleyman daha lazım yeniden, bir de Sinan.

16 Nisan 2011 Cumartesi

Uçurtma Avcısı


Kitap adı: Uçurtma avcısı


Yazar adı: Khaled Hosseini


Okuduğum bir kitabı çok beğendiysem tekrar okurum. Her okuyuşumda daha önce kaçırdığım bir ayrıntıyı farketmeyi severim. Mesela Charlotte Bronte'nin yazdığı "Jane Eyre" kaç defa okuduğumu hatırlayamadığım bir kitaptır. Yeşil üzerine bordo çizgili bir kapağı olan, kısaltılmış bir baskısı vardı elimde, her sene en az iki defa (biri yaz tatilinde, bir de şubat tatilinde) okurdum.

Bu dönem ortaokul yıllarıma denk geliyordu. Daha sonra liseyi bitirmeye yakın bir zamanda, elimdeki kitap yerine, kısaltılmamış bir baskısını okudum ve kitapla vedalaştım. Neden bilmiyorum ama bir daha o kitabı okuma isteği duymadım.

Uçurtma Avcısı da ikinci defa okuduğum bir kitap. İlk olarak geçen yıl okumuştum, yazın sonlarına doğru. Bir arkadaşıma tavsiye ettikten sonra, bir kez daha okudum ve yine beğendim.

Zengin bir babanın oğlu olan Emir, hizmetkarlarının oğlu olan Hasan'la birlikte büyür. Hasan'ın sevgisi ve sadakati çok büyüktür.

"İlk sözcüklerimizi aynı çatı altında söylemiştik.
Benimki Baba idi.
Onunkiyse Emir. Benim adım."

Emir'in çocukluğu onu doğururken ölen annesinin yokluğunu, baba sevgisiyle doldurmaya çalışarak geçer ve babasından sevgi bekleyerek.

"Hasan ağlıyordu. Ali onu kendine çekti, şefkatle kucakladı. Daha sonra kendime, Hasan'ı kıskanmadığımı söyledim. Hem de hiç."

Hasan sevilmeyen bir etnik gruba mensuptur ama cesareti ve yüce gönüllüğü sebebiyle Emir ezildiğini hisseder.

"Bana döndü. Saçsız kafasından birkaç ter damlası yuvarlandı. "Sana hiç yalan söyler miyim, Emir Ağa?"
Birden onunla azıcık oynamak istedim."Bilmem, söyler misin?"
"Onun yerine pislik yemeyi yeğlerim" dedi gücenmiş bir ifadeyle.
"Gerçekten mi? Yapar mısın?"
Şaşırmıştı: "Neyi yapar mıyım?"
"İstesem pislik yer misin?" diye sordum.
...
Gözleriyle yüzümü uzun uzun araştırdı. Orada, o vişne ağacının altında oturan ve ansızın birbirine bakmaya, gerçekten bakmaya başlayan iki çocuktuk.
...
"İsteseydin, yerdim," dedi sonunda, doğruca gözlerimin içine bakarak. Gözlerimi kaçırdım. Bugün bile, Hasan gibi söylediği her sözü inanarak, içtenlikle söyleyen insanların gözlerinin içine bakmakta zorlanırım.
"Ama merak ettim" diye ekledi."Benden böyle bir şey ister miydin, Emir Ağa?" Şimdi de o beni küçük bir sınavdan geçiriyordu. Onunla oynayacak, sadakatini sınayacaksam, o da benimle oynayacak, dürüstlüğümü sınayacaktı.
Bu sohbeti başlattığıma bin pişmandım. Zorla gülümsedim. "Aptallaşma, Hasan. Böyle bir şey yapmayacağımı bilirsin."
Hasan da gülümsedi. Ama onunki zoraki değildi. "Bilirim" dedi. Özü sözü doğru olanların ortak yönü de budur. Karşısındaki kişinin de içten konuştuğunu sanırlar."

Okuma yazma bilmeyen Hasan'a Emir kitaplar okur, Hasan da hayranlıkla dinler. Bir gün okuduğu kitabı bırakıp, bir hikaye uyduran Emir Hasan'ın çok beğenmesi üzerine kendi öykülerini yazmaya başlar. Babasından bu konuda teşvik almayan Emir'e destek veren kişi, babasının arkadaşı olan Rahim Han'dır. Aşk acısı çekmiş, sadık Rahim Han.

"Kız çok acı çekerdi."

Hasan'ın sadakatine karşılık veremeyen Emir, hayatının en büyük hatasını yapar ve bu hatayı telafi etmek yerine, kaçmaya çalışır. Aradan yıllar geçip, ülkedeki değişim hayatlarını da değiştirince, ülkelerinden ayrılmalarına rağmen, hiç bir şeyden kopamadığını görünce anlar Emir. Geçmişten kaçamazsın.

Yıllar içinde kendini sorgular ve babasını. Davranışlarını irdeler ve sonunda sebeplerini de öğrenir.

"Nasıl bir baba olurum? Tıpkı Baba gibi olmak istiyordum; ona hiç mi hiç benzemek istemiyordum."

Rahim Han yıllar sonra yeniden Emir'in hayatına girer ve ona "yeniden iyi bir insan olma" şansı tanır.
Geçmişine döner Emir'i görürüz hem de yıktıklarını yeniden yapma çabasını.

Tavsiye edilir.

"Senin için bin tane olsa yakalarım"


Chako