Konusu, son zamanlarda bol bol izlediğimiz vampirlere ilişkin olmakla birlikte, en azından benim izlediğim diğer filmlerden farklı birkaç yanı var. Spoiler vermemek ama bir yandan da filmin diğer vampir filmlerinden farklı olan noktaları olduğunu belirtmek istiyorum. Mesela daha önce hiç kendi kanından ya da diğer vampirlerin kanından beslenen vampir gördünüz mü? Ben görmemiştim. Bu filmde işte o durum ve sonrasında ne olduğu var.
Ya da vampirlikten kurtulmak mümkün mü sizce, yani geri dönüşü var mı? İşte bu filmde onu araştırıyorlar.
Vampirler dünyayı ele geçirmişler ama kan bankalarında yeterince kan kalmadığı için alternatif arayışları içindeler, bir yandan da dünyada az sayıdan kalan insanları avlıyorlar. Ethan Hawk işte bu alternatifi bulmaya çalışan şirkette çalışıyor ve her gün işe gidip gelirken, bir düzeneğe yerleştirilmiş ve kanları alınan insanlara bakıyor.
Ölümsüz olmak mutlu olmaya yeter mi, neden bir abi kardeşini vampire çevirmek ister o istememesine rağmen, vampir olmak insanları kurtarmaya çalışmak için bir engel mi? Ethan Hawk'ın depresif hayatında bu sorular var.
Çok güzel bir film diyemem, çok kısa kesilmiş bir çok şey ama farklı bir bakış açısı ile diğer filmlerde ayrılıyor olması izlemek için bir sebep bence.
Chako
chako etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
chako etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
4 Ocak 2014 Cumartesi
3 İdiots
Son zamanlar izlediğim en eğlenceli filmlerden biri olduğunu söyleyerek başlamak doğru olur sanırım. "İzleyip de bilgisayarımdan sileyim, harddiskte yer açılsın" düşüncesiyle izlemeye başladığım ama şu an "tekrar izlenecekler" klasörümde bulunan hem güldüren hem ağlatan Hint filmi.
Yönetmeni Rajkumar Hirani olup, eğlenceli dansları, hareketli müziklerinin yanı sıra arkadaşlık üzerine vurgularıyla izlenesi bir film.
Rancho Shamaldas Chanchad,Farhan Qureshi ve Raju Rastogi'nin arkadaşlıkları üzerine kurulu filmde, bu üçlünün mühendis olmak için geldikleri üniversitede tanışıp, ağlayarak gülerek devam eden arkadaşlıkları sonucunda mezun olmaları ve Farhan ve Raju'nun mezuniyet sonrasında ortadan kaybolan Rancho'yu bulmaya giderken geçmişi hatırlamaları şeklinde ilerliyor.
Ailelerini mutlu etmek için mühendis olmaya çalışan, üzerindeki baskı sebebiyle derslerinde başarısız olan, sadece ezber yapıp tekrarladıklarının anlamını sorgulamayan öğrencinin başarılı kabul edilmesi gibi örnekler üzerinden eğitim sistemi ve ailelerin çocuklarının kariyer tercihleri üzerindeki etkileri kimi zaman güldürerek kimi zaman göz yaşartarak anlatılıyor.
Filmin genel olarak pozitif bir havası var ve "all izz well"de bu havayı özetleyen cümle.
Kimi zaman esprileri komik bulmadığım veya dansların, şarkıların gereksiz uzatıldığını düşündüğüm oldu, ki bir çok hareket fazlasıyla abartılıydı, ama yine de nasıl bir filmse, insana huzur veriyor ve yüzde bir gülümse film süresince kalıyor.
Eğer canınız sıkkınsa ve biraz güleyim diyorsanız izleyin derim. Sürekli gülmeyeceksiniz filmi izlerken elbette, ama insanların her şeye rağmen nasıl mutlu olabildiklerini göreceksiniz ve "all izz well" deyip sıkıntılarınızdan kurtulmayı başarabilirsiniz belki de.
Chako
27 Nisan 2013 Cumartesi
Community
Şimdiye kadar bu blogda film ve kitapları hakkındaki fikirlerimizi yazdık ama diziler neden olmasın?
Çok severek izlediğim bir dizinin artık sıkıcılaşmaya başlaması durumu yüzünden yazmak istedim "Community" hakkındaki fikirlerimi.
Şuan 4. sezonu yayınlanan dizinin özellikle ilk 2 sezonu bayağı iyiydi, "hangi bölüm daha güzel" diye karar veremediğim olurdu ama 3. sezondan beri çıtayı bayağı düşürdüler ve bazen izlerken sıkıldığım bile oluyor.
Dizide çok eğlenceli Dekan Pelton diye bir karakte var mesela;
Kılıktan kılığa giren, sürekli Jeff'i elle ve sözle taciz eden ama okulu iyileştirmek için de elinden geleni yapan bir karakter. Ya da bence dizinin en eğlenceli insanı Señor Chang;
Bu karakterleri daha çok kullanmak yerine sıklıkla Abed'in hayal dünyasında gezip, çizgi karakterler izliyoruz. Bazen de zengin, yaşlı ve huysuz bir öğrenci olan Pierce Hawthorne'un kurnazlık yapmak amacıyla ortalığı karıştırmasını. Ya da çalışma grubunun Annie Edison'ı yeni bir olayla çıkıyor karşımıza. Troy gibi, Abed gibi sevimli karakterlerin çocuksu eğlencelerini izlemek yerine Pierce ya da Annie'yi izlemek neden?
Gerçi Troy ve Abed ile ilgili de battaniye ya da yastıklarla kale yaptıkları bölümler vardı, o bölümleri de pek eğlenceli bulmamış, gereksiz yere uzattıklarını düşünmüştüm.
Bir dizinin bu kadar güzel başlayıp, kötü devam etmesi ne yazık.
İMDB'deki 8,7 puanın da dizinin ilk sezonlarında verilmiş oylardan kaynaklandığını düşünüyorum.
Chako
Çok severek izlediğim bir dizinin artık sıkıcılaşmaya başlaması durumu yüzünden yazmak istedim "Community" hakkındaki fikirlerimi.
Şuan 4. sezonu yayınlanan dizinin özellikle ilk 2 sezonu bayağı iyiydi, "hangi bölüm daha güzel" diye karar veremediğim olurdu ama 3. sezondan beri çıtayı bayağı düşürdüler ve bazen izlerken sıkıldığım bile oluyor.
Dizide çok eğlenceli Dekan Pelton diye bir karakte var mesela;
Kılıktan kılığa giren, sürekli Jeff'i elle ve sözle taciz eden ama okulu iyileştirmek için de elinden geleni yapan bir karakter. Ya da bence dizinin en eğlenceli insanı Señor Chang;
Bu karakterleri daha çok kullanmak yerine sıklıkla Abed'in hayal dünyasında gezip, çizgi karakterler izliyoruz. Bazen de zengin, yaşlı ve huysuz bir öğrenci olan Pierce Hawthorne'un kurnazlık yapmak amacıyla ortalığı karıştırmasını. Ya da çalışma grubunun Annie Edison'ı yeni bir olayla çıkıyor karşımıza. Troy gibi, Abed gibi sevimli karakterlerin çocuksu eğlencelerini izlemek yerine Pierce ya da Annie'yi izlemek neden?
Gerçi Troy ve Abed ile ilgili de battaniye ya da yastıklarla kale yaptıkları bölümler vardı, o bölümleri de pek eğlenceli bulmamış, gereksiz yere uzattıklarını düşünmüştüm.
Bir dizinin bu kadar güzel başlayıp, kötü devam etmesi ne yazık.
İMDB'deki 8,7 puanın da dizinin ilk sezonlarında verilmiş oylardan kaynaklandığını düşünüyorum.
Chako
21 Haziran 2012 Perşembe
Sakkara'nın Kumları
Yazar adı : Glenn Meade
Kitap Adı : Sakkara'nın Kumları
Glenn Meade'in "Brandenburg" kitabını okuduktan sonra "vay be" demiştim ve yazarın diğer kitaplarını da okumaya başlamıştım. "Kar Kurdu"nu beğenmiş olmama rağmen, klasik "Amerika herkesi döver" kitabı "8. Gün"de hayal kırıklığına uğrayıp bir ara vermiştim.
Uzun zamandır Sakkara'nın Kumları'nı raflarda görüyordum, hem Glenn Meade yazmış hem de konu Mısır'da geçiyor diye merak ediyordum ve sonunda okudum.
Günümüzde başlayıp 1940'ların başına kadar giden bir kitap, ve Mısır'da başlayıp, yine Mısır'a dönen.
Kitabı bir gazetecinin sesinden okuyoruz denebilir, bir ölümün arkasından araştırma yaparken Harry Weawer ile karşılaşması ve yıllar önce denenmiş bir suikast hakkında öğrendikleri kitabın konusunu oluşturuyor.
1939'da Mısır'da yapılan arkeolojik bir kazıdan sonra yolları ayrılan Harry Weaver, Jack Halder ve Rachel Stern'in, yıllar sonra yine Mısır'da ve bu sefer Roosevelt'i öldürmek/korumak amacıyla buluşmasının öyküsü.
Kitabın sonu öyle tahmin edilemeyecek bir şey değildi maalesef ve elden bırakılamayacak kadar sürükleyici de değildi ama yine de güzeldi diyebilirim.
Kitapta dikkatimi çeken konulardan biri Roosevelt ve genel olarak İngilizlerin övülmüş olması ve 16.sayfada görüp bütün kitap boyunca aklımı kurcalayan bir cümle;
"Ellisine merdiven dayamış olmama rağmen..."
Birinci tekil şahıstan bahsederken "ellisine" ne kadar doğru olmuş emin olamadım, tabi alternatifi ne olabilir onu da çok kestiremiyorum ama göze batıyor bence.
Chako
Kitap Adı : Sakkara'nın Kumları
Glenn Meade'in "Brandenburg" kitabını okuduktan sonra "vay be" demiştim ve yazarın diğer kitaplarını da okumaya başlamıştım. "Kar Kurdu"nu beğenmiş olmama rağmen, klasik "Amerika herkesi döver" kitabı "8. Gün"de hayal kırıklığına uğrayıp bir ara vermiştim.
Uzun zamandır Sakkara'nın Kumları'nı raflarda görüyordum, hem Glenn Meade yazmış hem de konu Mısır'da geçiyor diye merak ediyordum ve sonunda okudum.
Günümüzde başlayıp 1940'ların başına kadar giden bir kitap, ve Mısır'da başlayıp, yine Mısır'a dönen.
Kitabı bir gazetecinin sesinden okuyoruz denebilir, bir ölümün arkasından araştırma yaparken Harry Weawer ile karşılaşması ve yıllar önce denenmiş bir suikast hakkında öğrendikleri kitabın konusunu oluşturuyor.
1939'da Mısır'da yapılan arkeolojik bir kazıdan sonra yolları ayrılan Harry Weaver, Jack Halder ve Rachel Stern'in, yıllar sonra yine Mısır'da ve bu sefer Roosevelt'i öldürmek/korumak amacıyla buluşmasının öyküsü.
Kitabın sonu öyle tahmin edilemeyecek bir şey değildi maalesef ve elden bırakılamayacak kadar sürükleyici de değildi ama yine de güzeldi diyebilirim.
Kitapta dikkatimi çeken konulardan biri Roosevelt ve genel olarak İngilizlerin övülmüş olması ve 16.sayfada görüp bütün kitap boyunca aklımı kurcalayan bir cümle;
"Ellisine merdiven dayamış olmama rağmen..."
Birinci tekil şahıstan bahsederken "ellisine" ne kadar doğru olmuş emin olamadım, tabi alternatifi ne olabilir onu da çok kestiremiyorum ama göze batıyor bence.
Chako
19 Haziran 2012 Salı
Sisle Gelen Yolcu
Yazar adı : Jean-Christophe Grange
Kitap adı : Sisle Gelen Yolcu
Uzun zamandır Jean-Christophe Grange'in bir kitabını okumamıştım, geçen hafta rafta görünce "nasılsa okurum bir ara" diyerek aldım ve cumartesi gecesi kitaba başladım. 48 saat bile geçmeden kitabın bitmiş olması ne kadar sürükleyici olduğuyla ilgili bir fikir verir sanırım. Özellikle 169.sayfadan sonra kitap resmen akıp gidiyor.
Kitapta resim var, mitoloji var, psikiyatri var. Bunların yanı sıra da evsizler, uyuşturucu bağımlıları ve elbette cinayetler, bulunamayan katiller var.
Anais Chatelet babasının geçmişini sırtında bir yük olarak taşıyan genç ve güzel bir başkomserdir ve çocukluğundan beri devam eden bazı psikolojik sorunları vardır. Ama kitapta iç dünyasını daha derinlemesine incelediğimiz insan o değil de psikiyatr Mathias Freire'dir.
Mathias'ın dışında Victor Janusz, Narcisse, Nono, François Kubiela'nın yaşamlarından bölümler de görüyoruz. Hepsi biribirinden bağımsız görünen, farklı şehirlerde yaşayan bu karakterlerin arasındaki bağ ise ancak kitabın son sayfalarında netleşiyor.
"ben gölgeyim.
ben avım.
ben katilim.
ben hedefim.
kurtulmak için tek çarem var: diğerinden kaçmak!
peki ya diğeri de bensem?"
Kitapların sonlarını genelde tahmin ederim ama bu kitabın sonunu okuyarak öğrendim.
Bakalım siz tahmin edebilecek misiniz?
Chako
Kitap adı : Sisle Gelen Yolcu
Uzun zamandır Jean-Christophe Grange'in bir kitabını okumamıştım, geçen hafta rafta görünce "nasılsa okurum bir ara" diyerek aldım ve cumartesi gecesi kitaba başladım. 48 saat bile geçmeden kitabın bitmiş olması ne kadar sürükleyici olduğuyla ilgili bir fikir verir sanırım. Özellikle 169.sayfadan sonra kitap resmen akıp gidiyor.
Kitapta resim var, mitoloji var, psikiyatri var. Bunların yanı sıra da evsizler, uyuşturucu bağımlıları ve elbette cinayetler, bulunamayan katiller var.
Anais Chatelet babasının geçmişini sırtında bir yük olarak taşıyan genç ve güzel bir başkomserdir ve çocukluğundan beri devam eden bazı psikolojik sorunları vardır. Ama kitapta iç dünyasını daha derinlemesine incelediğimiz insan o değil de psikiyatr Mathias Freire'dir.
Mathias'ın dışında Victor Janusz, Narcisse, Nono, François Kubiela'nın yaşamlarından bölümler de görüyoruz. Hepsi biribirinden bağımsız görünen, farklı şehirlerde yaşayan bu karakterlerin arasındaki bağ ise ancak kitabın son sayfalarında netleşiyor.
"ben gölgeyim.
ben avım.
ben katilim.
ben hedefim.
kurtulmak için tek çarem var: diğerinden kaçmak!
peki ya diğeri de bensem?"
Kitapların sonlarını genelde tahmin ederim ama bu kitabın sonunu okuyarak öğrendim.
Bakalım siz tahmin edebilecek misiniz?
Chako
18 Haziran 2012 Pazartesi
Meyhane - L'Assommoir
Kitap adı: Meyhane
Yazar adı: Emile Zola
İlk defa Emile Zola'nın bir kitabını okudum; "Meyhane". Uzun zaman önce aldığım ama bir türlü başlayamadığım bir kitaptı ve başlayınca da bırakamadım.
Gervaise'in Lantier ile olan ilişkisinin bitişiyle başlayan öyküde ilk olarak çalışkan bir kadının, çalışkan bir annenin çabasını görüyoruz. Sevdiği adam tarafından terk edilen kadının, çocuklarından aldığı güçle kendi yağında kavrularak hayatını sürdürme çabası, Coupeau ile tanışması ve evlenmesi ile iyileşerek devam eder. Mutlu ve çalışkan çiftin çabası, dürüstlükleri ve ahlaki zenginlikleri, Coupeau'un geçirdiği kaza ile birlikte yavaş yavaş kaybolur ve ondan sonra bir ailenin çöküşünü görürüz.
Kenar bir semtte yaşayan insanların var olma çabasının, ahlaki çöküş ve tembellik ile nasıl da sekteye uğradığının ve engellenemez düşüşünün öyküsü bu kitap. İnsanların kıskançlıklarının diğerlerine verdiği zararı görüyoruz ve destek olması gereken akrabaların verdikleri zararları. Kan bağının kopartılamayışı, dolayısıyla insanı sarıp sarmalayarak dibe çekmesini görüyoruz.
Dikkatimi çeken konulardan birisi Gervaise'in oğulları ve onların öyküden çıkarılışı. Daha iyi bir yaşam için gönderilen çocukların, alkol ve tembellik batağına saplanan bir anne tarafından unutulmaları. Genel olarak tüm kitaplarda, filmlerde annelerin çocuklarına olan sevgisinin ve bağının öneminden bahsedilir. Bu kitapta bu bağların nasıl zayıflayarak yok olduğunu da görüyoruz. Sonlara doğru unutulan çocuklardan Etienne'in annesine gönderdiği para kadının hayatını kurtarır, ama kadın yine de düştüğü kara delikten çıkmaya çabalamaz.
Kitabın arka kapağında Emile Zola kitabını en iyi şekilde özetlemiş aslında; "Bu eyleme dökülmüş bir ahlak dersidir".
Tavsiye edilir.
Chako
Yazar adı: Emile Zola
İlk defa Emile Zola'nın bir kitabını okudum; "Meyhane". Uzun zaman önce aldığım ama bir türlü başlayamadığım bir kitaptı ve başlayınca da bırakamadım.
Gervaise'in Lantier ile olan ilişkisinin bitişiyle başlayan öyküde ilk olarak çalışkan bir kadının, çalışkan bir annenin çabasını görüyoruz. Sevdiği adam tarafından terk edilen kadının, çocuklarından aldığı güçle kendi yağında kavrularak hayatını sürdürme çabası, Coupeau ile tanışması ve evlenmesi ile iyileşerek devam eder. Mutlu ve çalışkan çiftin çabası, dürüstlükleri ve ahlaki zenginlikleri, Coupeau'un geçirdiği kaza ile birlikte yavaş yavaş kaybolur ve ondan sonra bir ailenin çöküşünü görürüz.
Kenar bir semtte yaşayan insanların var olma çabasının, ahlaki çöküş ve tembellik ile nasıl da sekteye uğradığının ve engellenemez düşüşünün öyküsü bu kitap. İnsanların kıskançlıklarının diğerlerine verdiği zararı görüyoruz ve destek olması gereken akrabaların verdikleri zararları. Kan bağının kopartılamayışı, dolayısıyla insanı sarıp sarmalayarak dibe çekmesini görüyoruz.
Dikkatimi çeken konulardan birisi Gervaise'in oğulları ve onların öyküden çıkarılışı. Daha iyi bir yaşam için gönderilen çocukların, alkol ve tembellik batağına saplanan bir anne tarafından unutulmaları. Genel olarak tüm kitaplarda, filmlerde annelerin çocuklarına olan sevgisinin ve bağının öneminden bahsedilir. Bu kitapta bu bağların nasıl zayıflayarak yok olduğunu da görüyoruz. Sonlara doğru unutulan çocuklardan Etienne'in annesine gönderdiği para kadının hayatını kurtarır, ama kadın yine de düştüğü kara delikten çıkmaya çabalamaz.
Kitabın arka kapağında Emile Zola kitabını en iyi şekilde özetlemiş aslında; "Bu eyleme dökülmüş bir ahlak dersidir".
Tavsiye edilir.
Chako
13 Ağustos 2011 Cumartesi
Arafat'ta Bir Çocuk
Kitap adı: Arafat'ta Bir Çocuk
Yazar adı: Zülfü Livaneli
Zülfü Livaneli ve yazarlığı hakkındaki fikirlerimden daha önce de bahsetmiştim, beğenirim kendisini. Geçen yıldı sanırım, "aaa zülfü Livaneli'nin öyküleri, arada sırada birer tane okurum" diyerek almıştım Arafat'ta Bir Çocuk kitabını. Ama ilk birkaç öyküden sonrasını okumamıştım, ta ki bugüne kadar.
Bu sabah Mülksüzler adlı kitabı (yeniden) okurken aklıma geldi ve bir öykü daha okuyayım diye başladım. Ve tüm kitap bitti.
Bahsettiğim gibi öykü kitabı, bu sebeple burada özetlerini yazmak istemiyorum. Ama şunu belirtmek isterim ki, öykülerde genel olarak bir melankoli, keder, yalnızlık var. Dışarıda bulutlu, kapalı bir hava varmış duygusu doldu içime okurken.
Zaten öyküler genel olarak mutsuz, hayal kırıklığına uğramış, aldanmış insanlara ilişkin.
Tavsiye eder miyim? Evet, sonuçta Zülfü Livaneli.
Chako
30 Haziran 2011 Perşembe
Son Ada
Kitap adı: Son Ada
Yazar adı: Zülfü Livaneli
Zülfü Livaneli’nin 2008 yılında yazdığı ama varlığından tesadüf eseri haberdar olduğum bir kitabı. Arkadaşımda gördüğümde “aa bu kitabı ne zaman yazdı, hiç reklamını görmedim” diyerek okumaya başladım.
Kitap bir ada halkının başından geçenler üzerine kurulu. Huzur ve sakinliğin hüküm sürdüğü, para, güç gibi hırsların yer almadığı bir adada yaşayan 40 ailenin hayatı “Başkan”ın adaya gelmesiyle altüst olur. “Başkan” ülkede darbe yapmıştır ve emekliliğini geçireceği huzur dolu bir yer ararken adaya yerleşmeye karar verir.
Ada halkı tarafından çok sevilen ağaçlı yoldaki ağaçların budanması “Başkan” tarafından yapılan ilk değişikliktir. Pek itiraz görmeyen bu değişimin, daha büyük değişikliklere yol açacağını gören ilk kişi olan “Yazar” tehlikenin gelişini görür.
Yönetim, iktidar gibi konularla hiç ilişkisi olmayan adada yapılan ikinci değişiklik ise “Başkan”ın talebiyle kurulan yönetim kuruludur. Ada halkı tarafından alınan ortak kararların yerine söz hakkına sahip olacak olan yönetim kurulunun olmasının olası etkileri halk tarafından hala fark edilmemektedir.
“Başkan”ın bir sonraki icraatı, adanın gerçek sahipleri olan martıları düşman ilan etmesidir ve olaylar gelişmeye başlar.
“Yazar”ın itirazları, bakkalın oğlunun duyarlılığı ve aklı başına geç gelen ada halkının davranışlarıyla şekillenen olaylar gerçekten okumaya ve üzerinde düşünmeye değer.
“Savaşı kimin başlattığı, kimin haklı olduğu gibi mantık yürütmeler, boğucu hale gelen korku ve nefret ikilisi karşısında bütün anlamını yitirmişti. Herkes intikam istiyordu. Korku nefreti, nefret korkuyu besliyordu.”
Tavsiye edilir.
12 Haziran 2011 Pazar
Serenad
Kitap adı : Serenad
Yazar adı : Zülfü Livaneli
Yazar olarak beğendiğim Zülfü Livaneli, okuduğum her kitabında bu konudaki fikrimi pekiştirmiştir. Mesela "Engereğin Gözündeki Kamaşma" diye bir kitabı vardır ki, iki veya üç defa okumuşumdur. Hatta bir kez daha okuyup, buraya da yazmaya karar verdim.
"Mutluluk" da çok güzel bir kitaptı ama bir çok insan filmini izlediği için, okunma sayısı izlenme sayısından daha azdır eminim ki.
"Serenad" da yazar bir kadının sesiyle yazıyor kitabını. Son zamanlarda karşı cinsin ağzından yazılar yazmanın ne kadar zor olabileceğine ilişkin bir düşünce içerisindeyken bu kitabı okumam çok iyi oldu.
Hatta birkaç hafta önce Radikal'de de bu konu işlenmişti. Yazdıklarından yazarların cinsiyetleri anlaşılabilir mi diye.
Kitap bir üniversitede halkla ilişkiler bölümünde çalışan Maya Duran'ın ağzından anlatılıyor. Maya eşinden ayrılmıştır ve oğluyla yaşamaktadır. Şimdi yeni bir sevgilisi vardır ama şarap içerken eski eşi Ahmet'i hatırlamadan da edemez;
"Şarabı ilk kez Ahmet tattırmıştı bana. Tadını hiç sevmemiştim ama Ahmet'i sevdiğim için bunu söylememiştim ona."
Halkla ilişkilerden sorumlu olduğu için Amerikalı Profesör Maximilian Wagner'le o ilgilenir. Yaşını başını almış, Alman asıllı olan bu profesör, yaşına rağmen dinçliği, yakışıklılığı ve zarafetiyle Maya için bir görevden çok arkadaş olur.
Maximilian Türkiye'ye daha önce de gelmiştir ve ilk gelişinden farklı olarak bu defa amacı veda etmektir. Kitapta Max'in karısı Nadia'yla tanışıyoruz. Yahudi asıllı olması sebebiyle Hitler rejiminden kurtulmak için Deborah adıyla yaşamaya çalışmış ama bu şekilde bile ölümden kaçamamıştır. En acısı ise bu ölümün Türkiye'nin yanında ve Max'in gözleri önünde denebilecek bir şekilde gerçekleşmesidir. Ve ben Struma gemisiyle bu kitap sayesinde tanıştım.
Maya, bir yandan Nadia'yla tanışırken bir yandan da tanıdığını sandığı babaannesi ve anneannesiyle tanışmaktadır aslında.
Semahat olarak bildiği babaannesinin aslında Mari adında bir Ermeni olduğunu öğrenir Maya. Türk bir ailenin yardımıyla hayatta kalması ve dedesiyle evlenmeden önceki hayatı hakkında hiç bir bilgisi yoktur daha önce. Sadece ondan kalan bir gerdanlık vardır ki, artık daha da anlamlı olacaktır.
Bir de anneannesi Maya vardır, adını aldığı kişi. O ise Ayşe olarak yaşamıştır hayatını ve benim ilk kez bu kitapta duyduğum "Mavi Alay"dan kurtulmuştur.
"Toplum olarak, sessiz bir sözleşmeyle susma kararı alınmış, yaşananlar genç kuşaklara aktarılmamıştır. Bu iyi miydi, kötü müydü bilemiyorum. Hiç kimseye düşman olmadan yetiştirilmiştik. Bu işin iyi tarafıydı ama bir de geçmişimiz konusunda korkunç cehaletimiz vardı."
Max'in Türkiye'ye gelmesi kimi kesimlerce tehlike olarak nitelendiği için sıkı bir takibe alınır. Ama o bu konuda eski ateşini yitirmiştir ve amacı Nadia için yazmış olduğu "Serenad"ı ona bir kez daha çalabilmektir.
Maya Max'in geçmişini araştırırken bol bol okur;
"Hitler'in seçmenlerin yarısını kazandığı, bir olarak karşımızdaydı. Her türlü telkin ve demagoji aracılıyla, rüşvetle, yozlaştırmayla, geleneksel her türlü değer ölçüsünü ayaklar altına alıp çiğneyerek, tahrip ederek ve yeni bir takım değerler ortaya atarak halkı iğfal ettiler. Ama 1933'ten önceki basının büyük kısmının seviyesizliğine tanık olan, siyasi mücadele üslubundaki kabalaşmayı izleyen herkes, iktidarı anayasal yoldan ele geçirmenin, gerçekte bir hükümet darbesini dış görünüşte meşrulaştırmaya çalışan bir kılıf olduğunu kavrayabilirdi."
Ve yaptıkları bir konuşmada Gazali'den bahseder Max. Gazali Bağdat'ta eğitim aldıktan sonra Tus şehrine dönmek üzere yola çıkar. Yolda haydutlar kervanı durdurup, soyar ve Gazali'nin de torbasını alırlar. Daha sonra Gazali haydutların peşine düşer ve onları bulunca torbasını geri ister. Haydutlar tam onu öldürecekken liderleri ortaya çıkar ve Gazali'ye torbasının neden bu kadar önemli olduğu sorar. Gazali torbanın içinde Bağdat'taki derslerine ilişkin notları olduğunu söyler.Bunun üzerine haydutların lideri, torbasını geri verdirir ve der ki;
"...ama alim olmak istiyorsan bir şeyi hiç unutma. Senden çalınabilen bilgi, senin bilgin değildir."
Auerbach'ın Pascal üzerine yazdığı bir denemeden şöyle bir alıntı var kitapta;
"Adil olanın peşinden gidilmesi doğrudur, en güçlünün peşinden gidilmesi ise kaçınılmazdır. Gücü olmayan adalet acizdir, adaleti olmayan güç ise zalim. Gücü olmayan adalete mutlaka bir karşı çıkan olur, çünkü kötü insanlar her zaman vardır. Adaleti olmayan güç ise töhmet altında kalır. Demek ki adalet ile gücü bir araya getirmek gerekir; bunu yapabilmek için de adil olanı güçlü, güçlü olanın ise adil olması gerekir.
Adalet tartışmaya açıktır. Güç ise ilk bakışta tartışılmaz biçimde anlaşılır. Bu nedenle gücü adalete veremedik, çünkü güç, adalete karşı çıkıp kendisinin adil olduğunu söylemişti. Haklı olanı güçlü kılamadığımız için de güçlü olanı haklı kıldık."
Max ülkesine dönmesi bile Maya'yı onu ve geçmişini düşünmekten alıkoyamaz ve anılarının peşine düşer. Türkiye'deyken yaşadığı eve, ülkeyi terkederken geride bırakmak zorunda kaldığı eşyalarına ulaşır.Ölüm üzerine düşünür;
"Hiç bir ana, çocuğunu doğurduğunda onun bir gün öldürülebileceğini düşünmüyordu. Her insan, yaşlanacağını ve hayatını doğal bir ölümle sonlandıracağını sanıyordu ama yüz milyonlarcası başka insanlar tarafından öldürülüyordu."
Kitap bence roman olarak çok başarılı değil. O kadar fazla konuya değinilmiş ki hepsini bir arada toplama çabası yapay bir bağdan öteye gidememiş. Ama Türkiye'de olmuş olan olaylar ve bunların günümüze etkilerini görmek için güzel bir kitap.
Son olarak,
"İranlı Firdevsi, yaklaşık bin yıl önce yazdığı Şehname'nin başlarında, söylenecek bütün sözlerin söylenmiş olduğunu, yeniden söylenmeye değer söz kalmadığını, bu nedenle de bir şey söylemekten çok, güzel söylemenin önemli olduğunu ileri sürüyordu."
Ve
"Her zaman olduğu gibi, cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşenmişti."
Tavsiye edilir.
Chako
2 Haziran 2011 Perşembe
Yazarlık Okulu
Kitap adı: Yazarlık Okulu
Yazar adı: Necdet Karasevda
Son zamanlarda, yazılanları okumanın yetmeyeceği, nasıl yazılması gerektiğini de okumamın faydalı olacağı düşüncesindeyim. Ve bu sebeple yazı üzerine kitaplar edindim ve onları okuyorum.
Daha sonra bahsedeceğim diğerlerinden önce, "Yazarlık Okulu" adlı kitabı yazmak istedim. Okuduğum kitapları buraya yazmam genelde biraz zaman alıyor. Çünkü okuduktan sonra beğendiğim yerleri bilgisayar ortamına aktarıp, alıntılar yapmayı seviyorum.
Ama bu kitap öyle bir kitaptı ki, alıntı yapmak isteyeceğim tek bir cümle bile yoktu.
Kitabın ana düşüncesi "herkes yazar olabilir". "Herkes yazabilir" denilse anlarım ama yazar olmak bu kadar basitleştirilmemeli bence. Çünkü bu mantıktan yola çıkarsak, bu kitabı yazan kişiye de "yazar" dememiz gerekir.
Ama bence değil.
Kitabın fazlasıyla basit olan dili çok yapmacık duruyor. Kitapta da bahsedildiği üzere, "değer katacak kitaplar okumak" gerek ve bu kitap onlardan birisi değil.
Chako
1 Haziran 2011 Çarşamba
Bin Muhteşem Güneş
Kitap adı: Bin Muhteşem Güneş
Yazar adı: Khaled Hosseini
Bu kitabın ilk olarak ingilizce baskısını görmüştüm yıllar önce; " A Thousand Splendid Suns". Acaba türkçesi ne olabilir diye düşünmüştüm. Bin muhteşem neydi acaba, güneş olamayacağına göre? Olabilirmiş.
Meryem'n hikayesiyle başlıyor kitap; evlilik dışı doğan "harami" Meryem'in. Annesi onu tek başına büyütmektedir ama Meryem'in babası Celil, onun için dünyalara bedeldir. Bu sevgi annesine malolunca Meryem için hayat umduğundan çok çok farklı bir şekilde ilerler.
Evlenir, çocuğunu kaybeder ve anlamaya başlar annesini.
"Bizim gibi kadınların neler çektiğinin göstergesi, demişti. Başımıza gelen herşeye nasıl sessizce katlandığımızın."
Leyla ise hala geleceğe umutla bakmaktadır. Tek derdi Tarık'ın yokluğudur;
"Daha beşinci gün dolmadan, Leyla zaman hakkında son derece önemli bir gerçeği öğrendi: Tarık'ın babasının arada bir eski Peştun şarkıları çaldığı akordeon gibi, zaman da Tarık'ın yokluğuna ve varlığına bağlı olarak, uzuyor ve kısalıyordu."
Meryem ve Leyla'nın yolları kesiştiğinde ikisi için de hayatın pek bir anlamı yoktu, Leyla ölmüş gibiydi, Meryem ise ölüme susamakta. Ama bu istekleri dışında devam eden birliktelik, ikisini de şaşırtarak farklı bir hal alır.
Güzel bir kitap bence.
Bir de kitabın bir yerinde Meryem
- "Bir yol var" dedi, "tek yapmam gereken onu bulmak."
Chako
16 Mayıs 2011 Pazartesi
Arı Kovanına Çomak Sokan Kız
Kitap Adı: Arı Kovanına Çomak Sokan Kız
Yazar Adı: Stieg Larsson
Ve Milennium serisinin son kitabı! Çakma Stephen King fotoğrafına rağmen Stieg Larsson'un güzel kitaplar yazdığını düşünüyorum. Kitapların üçü de gayet sürükleyici ve merak uyandıcıydı.
Bu son kitapta İsveç polis teşkilatı ve istahbarat teşkilatının kendi içinde gruplara bölünmüş olması ve Lisbeth'in çocukluğundan itibaren maruz kaldığı haksızlıkları görüyoruz.
Lisbeth ve onun hastanedeyken bile geri duramadığı sanal alem ve bilgisayar konusundaki dehası da bir kez daha karşımıza çıkıyor.
En basit tabiriyle iyilerin kötüleri yenmesiyle biten kitap, çok uzatılmadan tadında bırakılmış bir seriydi.
Tavsiye ederim.
Chako
Ateşle Oynayan Kız
Kitap adı: Ateşle Oynayan Kız
Yazar adı: Stieg Larsson
Ejderha Dövmeli Kız'ın devamı niteliğinde olan bu kitapta, Lisbeth'in geçmişini öğreniyoruz.
İsveç'teki kadın ticaretini araştıran bir gazeteci ve konuyla ilgili tez hazırlayan sevgilisinin yanı sıra onlarla alakasız gibi görünen bir avukatın öldürülmesine ilişkin araştırmalarda Lisbeth'in parmak izine ulaşılması üzerine kurgulanmış kitap.
Avukat Nils E. Bjurman, Lisbeth'in vasisidir ve İsveç'e irtica etmiş olan Rus babasından haberdardır. Kitabı okuyanların göreceği üzere Lisbeth'ten intikam almak için bir sebebi vardır ve babasına ulaşmaya çalışması öldürülmesine sebep olur.
Mikael, Lisbeth'in suçsuz olduğuna inanmaktadır ve konunun peşine düşmekten geri duramaz.
Lisbeth'in düşmanları kadar dostları da vardır ve tabi ki kötü polisler kadar iyi polisler de.
Bu kitap bir öncekine nazaran heyecanlı bir yerde bitiyor, çünkü kitabın sonunda Lisbeth başında bir kurşunla kanepede yatmaktadır.
Chako
Ejderha Dövmeli Kız
Kitap adı : Ejderha Dövmeli Kız
Yazar adı : Stieg Larsson
Serdar Özkan'ın "Kayıp Gül" kitabından ve Canan Tan'dan sonra bestseller diye reklamı yapılan kitapları okumama kararı almıştım ama bir şekilde bu kitabı aldım. Bir cuma akşamı kafam dağılsın diyerek başladığım kitap, büyük bir merak içerisinde okuduğum ve devamını da okuma isteği uyandıran bir klasik oldu benim için. Kısacası uzun zamandır kitap okurken duymadığım merakı bu kitap yeniden yaşattı bana.
Kitabın baş kahramanlarından birisi olan Mikael Blomkvist, Milennium dergisinde çalışan, güvenilirliğini yakın zamanda kaybetmiş bir gazetecidir. Kaybettiği mahkemeden sonra bir süre gözlerden uzak olmak ve aldığı teklifin cazibesi dolayısıyla Henrik Vanger'le bir anlaşma yapar ve Hedeby adasına gidip, yıllardır çözülememiş olan Harriet Vanger olayına dahil olur.
Harriet Vanger 16 yaşındayken ortadan kaybolmuştur ve başına ne geldiği tüm çabalara rağmen bulunamamıştır. Henrik Vanger ise kafayı bu konuya takmış, yaşlı ama zengin amcasıdır.
Mikael'e bu konuda yardım edecek kişi ise daha sonraki kitaplarda karşımıza daha sık çıkacak olan ve kitaba adını veren kişi olan Lisbeth Salander.
Lisbeth ufak tefek oluşu, ilginç dövmeleri ve piercing'leriyle dikkat çekerken, asıl uzmanlık alanı olan bilgisayarlar konusundaki yeteneğini gizlemektedir. Bu ilk kitapta geçmişi hakkında fazla bilgi edinemediğimiz Lisbeth, sorunlu görüntüsünün ardına gizlenen fotografik belleğiyle Mikael'e çok yardımcı olur ve aralarında diğer kitaplarda da göreceğimiz bir arkadaşlık oluşur.
Bayağı sürükleyici ve ilginç bir kitap olmasının yanı sıra İsveç hakkında bayağı bir bilgi edinmemi de sağladı. Tavsiye ederim.
Chako
16 Nisan 2011 Cumartesi
Uçurtma Avcısı
Kitap adı: Uçurtma avcısı
Yazar adı: Khaled Hosseini
Okuduğum bir kitabı çok beğendiysem tekrar okurum. Her okuyuşumda daha önce kaçırdığım bir ayrıntıyı farketmeyi severim. Mesela Charlotte Bronte'nin yazdığı "Jane Eyre" kaç defa okuduğumu hatırlayamadığım bir kitaptır. Yeşil üzerine bordo çizgili bir kapağı olan, kısaltılmış bir baskısı vardı elimde, her sene en az iki defa (biri yaz tatilinde, bir de şubat tatilinde) okurdum.
Bu dönem ortaokul yıllarıma denk geliyordu. Daha sonra liseyi bitirmeye yakın bir zamanda, elimdeki kitap yerine, kısaltılmamış bir baskısını okudum ve kitapla vedalaştım. Neden bilmiyorum ama bir daha o kitabı okuma isteği duymadım.
Uçurtma Avcısı da ikinci defa okuduğum bir kitap. İlk olarak geçen yıl okumuştum, yazın sonlarına doğru. Bir arkadaşıma tavsiye ettikten sonra, bir kez daha okudum ve yine beğendim.
Zengin bir babanın oğlu olan Emir, hizmetkarlarının oğlu olan Hasan'la birlikte büyür. Hasan'ın sevgisi ve sadakati çok büyüktür.
"İlk sözcüklerimizi aynı çatı altında söylemiştik.
Benimki Baba idi.
Onunkiyse Emir. Benim adım."
Emir'in çocukluğu onu doğururken ölen annesinin yokluğunu, baba sevgisiyle doldurmaya çalışarak geçer ve babasından sevgi bekleyerek.
"Hasan ağlıyordu. Ali onu kendine çekti, şefkatle kucakladı. Daha sonra kendime, Hasan'ı kıskanmadığımı söyledim. Hem de hiç."
Hasan sevilmeyen bir etnik gruba mensuptur ama cesareti ve yüce gönüllüğü sebebiyle Emir ezildiğini hisseder.
"Bana döndü. Saçsız kafasından birkaç ter damlası yuvarlandı. "Sana hiç yalan söyler miyim, Emir Ağa?"
Birden onunla azıcık oynamak istedim."Bilmem, söyler misin?"
"Onun yerine pislik yemeyi yeğlerim" dedi gücenmiş bir ifadeyle.
"Gerçekten mi? Yapar mısın?"
Şaşırmıştı: "Neyi yapar mıyım?"
"İstesem pislik yer misin?" diye sordum.
...
Gözleriyle yüzümü uzun uzun araştırdı. Orada, o vişne ağacının altında oturan ve ansızın birbirine bakmaya, gerçekten bakmaya başlayan iki çocuktuk.
...
"İsteseydin, yerdim," dedi sonunda, doğruca gözlerimin içine bakarak. Gözlerimi kaçırdım. Bugün bile, Hasan gibi söylediği her sözü inanarak, içtenlikle söyleyen insanların gözlerinin içine bakmakta zorlanırım.
"Ama merak ettim" diye ekledi."Benden böyle bir şey ister miydin, Emir Ağa?" Şimdi de o beni küçük bir sınavdan geçiriyordu. Onunla oynayacak, sadakatini sınayacaksam, o da benimle oynayacak, dürüstlüğümü sınayacaktı.
Bu sohbeti başlattığıma bin pişmandım. Zorla gülümsedim. "Aptallaşma, Hasan. Böyle bir şey yapmayacağımı bilirsin."
Hasan da gülümsedi. Ama onunki zoraki değildi. "Bilirim" dedi. Özü sözü doğru olanların ortak yönü de budur. Karşısındaki kişinin de içten konuştuğunu sanırlar."
Okuma yazma bilmeyen Hasan'a Emir kitaplar okur, Hasan da hayranlıkla dinler. Bir gün okuduğu kitabı bırakıp, bir hikaye uyduran Emir Hasan'ın çok beğenmesi üzerine kendi öykülerini yazmaya başlar. Babasından bu konuda teşvik almayan Emir'e destek veren kişi, babasının arkadaşı olan Rahim Han'dır. Aşk acısı çekmiş, sadık Rahim Han.
"Kız çok acı çekerdi."
Hasan'ın sadakatine karşılık veremeyen Emir, hayatının en büyük hatasını yapar ve bu hatayı telafi etmek yerine, kaçmaya çalışır. Aradan yıllar geçip, ülkedeki değişim hayatlarını da değiştirince, ülkelerinden ayrılmalarına rağmen, hiç bir şeyden kopamadığını görünce anlar Emir. Geçmişten kaçamazsın.
Yıllar içinde kendini sorgular ve babasını. Davranışlarını irdeler ve sonunda sebeplerini de öğrenir.
"Nasıl bir baba olurum? Tıpkı Baba gibi olmak istiyordum; ona hiç mi hiç benzemek istemiyordum."
Rahim Han yıllar sonra yeniden Emir'in hayatına girer ve ona "yeniden iyi bir insan olma" şansı tanır.
Geçmişine döner Emir'i görürüz hem de yıktıklarını yeniden yapma çabasını.
Tavsiye edilir.
"Senin için bin tane olsa yakalarım"
Chako
Veda
Kitap adı: Veda
Yazar adı: Ayşe Kulin
Ayşe Kulin beğendiğim yazarlardan biridir. Tatil yapmak isteyen, kafa yormak gerektirmeyen kitaplar arayanlar için Meave Binchy gibidir. Hayatınız değişmez ama sıkılmazsınız da.
Ben bu kitabı okumadan önce Ayşe Kulin'in "Umut" adlı kitabını okumuştum ve daha sonra öğrendim ki, "Umut" bu serinin ikinci kitabıymış ve "Veda" ilk kitapmış.
Bu kitapta Osmanlı'nın yıkılış dönemini ve bir vekil ailesinin etkilenen hayatını okuyoruz. İkinci kitapta daha çok Ahmet Reşat'ın kızları ön plandayken, bu kitapta Mehpare ön planda ve de Kemal...
"Az evvel okşayarak düzelttiği ceketi bütün hızıyla duvara çarptı. Hızını alamadı, yere düşen ceketin üzerinde ter ter tepindi. Birden yaşlar boşandı gözlerinden. ceketi yerden aldı, göğsüne bastırdı, yüzünü kalın kumaşa gömerek hıçkırdı.
Mehpare, bu aşkın onu nereye kadar sürükleyeceğini bilmiyordu. Ama Kemal'in peşinde, gidebildiği her yere gitmeye hazırdı."
Bir devlet yıkılır, bir baba evinden ülkesinden ayrılırken, bir başkası ölür. Yeni doğan bebekler de vardır bu tabloda, tesellidir onlar gidenlerin arkasından. Kısacası güzel bir kitaptır "Veda", okunasıdır.
Kitabın en çok beni etkileyen kısımlarından biri de, bir Fransız subayına aşık olan Azra'nın kendi kendine konuşmasından bir bölüm;
"Mehpare, ne talihli kadınsın, bilsen! Hayatın boyunca seveceğin bir hayale sahipsin. O tamamen seninken kaybettin onu. Sırf bu nedenle hep senin olarak kalacak Kemal. Senin yaşadığını, yıprandığını, eskidiğini göremeyecek. Halbuki ben, bir Fransız subayının peşine takılıp, vatanımı ve ailemi geride bırakıp gider de bir gün ihanete uğrarsam... Bir gün terk edilirsem... Yaktığım köprüleri nasıl aşar da geri dönerim? Kime dönerim?"...
Chako
"
Zar Adam
Kitap adı: Zar Adam
Yazar adı: Luke Rhinehart
Düşünüyorum da, eğer kardeşim istemeseydi ben bu kitabı alıp okumazdım. İlginç olabilir diyerek okumaya başladığım bu kitaba bayılmadım ama beğendim.
Psikiyatrist olan Luke, kimi kararlarını vermek zarları kullanmaya başlar. Zamanla hastaları üzerinde de denemeye başladığı bu teknik, insanlar arasında yayılmaya ve tarikat gibi bir oluşum halinin alır.
Ben en çok ilgimi çeken kısmı, 6 farklı karakter özelliği belirleyip, zarla onlardan birini seçmesiydi. zar hangisine "karar verirse" o kişilik özelliklerine bürünüp, o şekilde hareket ediyor.Bu şekilde yapay şizofreni yaratma fikri çok ilgimi çeken ve kitaba daha hevesle devam etmemi sağlayan bir bölümdü.
Ama "kitabı büyük heyecanla okudum" ya da "hem sonuna kadar okumak, hem de hiç bitmesin istiyorum" diyemem.
Güzeldi ama daha güzel de olabilirdi.
Chako
15 Nisan 2011 Cuma
Elif
Kitap adı: Elif
Yazar adı: Paulo Coelho
Çok uzun bir aradan sonra, ki lise yıllarımda okuduğum "Simyacı"dan beri, yeniden bir Paulo Coelho kitabı okudum. Tavsiye üzerine aldığım ve büyük beklentilerim olmadan, güzel olması dileğiyle okuduğum bir kitaptı ve beğendim. Kitabın başlangıcı ben cezbetti ilk olarak;
“Ben göremiyorum, sense her şeyi biliyorsun.
Yine de hayatımı boşa yaşamış olmayacağım
Çünkü yeniden buluşacağımız biliyorum
İlahi bir ebediyette.”
Oscar Wilde
Kitap genel olarak reenkarnasyon üzerine kurulu. Farklı inanışlarda, aynı doğruların olduğu konusu işleniyor. Hayatın monotonluğundan sıkılan yazar, trenle 9288 kilometre yol katederek, içine dönmeye karar verir.
“Sen artık yoksun. Yola çıkıp tekrar şimdiki zamana dönmenin vaktidir.”
Eşini geride bırakır ki, şimdiki zamanın bağlarını koparsın ve eski hayatlarına daha kolay dönebilsin diye.
“ ‘Şu anda yollara düşmemek için bir işaret daha’ diye düşündüm, olayları olduğu gibi değil, işimize geldiği yorumlamaya meyilli olduğumuzu bilerek.”
Hilal, yazarın blogunu takip eden bir hayranıdır ve Rusya'da yaşayan genç bir keman virtüözüdür. Yolculuğa dahil olmak için elinden geleni yapar ve istediğine ulaşır. Trende, yazarla "Elif" te buluştuğunda anlar, yaptığı şeyin doğru olduğunu, yapması gerekeni yaptığını.
“Geleneğin dediğine bakılırsa her birimiz var oluşumuzun gerçek sebebini ölmeden bir saniye önce anlarmışız. Cehennem ya da cennet işte o an doğarmış.
Cehennem o kısacık anda geriye bakıp hayat denen mucizeye anlam katma fırsatını kaçırmış olduğumuzu anlamakmış. Cennet ise o an, ‘Hatalarım oldu fakat hiç korkaklık etmedim. Hayatımı yaşadım, ne yapmam gerekiyorsa yaptım’ diyebilmekmiş.”
Yazar kendi içine yaptığı yolculukta hem Hilal'in hem de tercümanı Yao'nun desteğini alır.Yao yıllar önce ölen karısının kaybını kabul edememiştir ve acısıyla başa çıkma yolları aramaktadır.
“Kelimelerin kötü yanı, kendimizi başkalarına anlatabileceğimiz ve başkalarının söylediklerini anlayabileceğimiz hissi uyandırmalarıdır. Fakat dönüp kaderimizle yüzleştiğimizde yetmediklerini görürüz.”
“Nitekim bir rüyanın peşinden giden bir savaşçıya hayallerinin değil, yapmış olduklarının ilham verebileceğini anlayalı çok oldu.”
“Yolculuk bitmiş, maceranın sonuna gelinmişti. Üç gün içinde hepimiz evlerimize dönmüş olacaktık. Ailelerimizle hasret giderecek, çocuklarımız görecek, birikmiş mektuplarımıza göz atacak, çektiğimiz yüzlerce fotoğrafları gösterecek, trenimiz, geçtiğimiz şehirler, karşımıza çıkan insanlar hakkında hikayeler anlatacaktık.
Hepsini kendi kendimizi bütün bunları yaşadığımıza inandırmak için yapacaktık. Üç gün sonra günlük rutine döndüğümüzde sanki onca yolu tepmemişiz, o kadar uzaklara gitmemişiz gibi gelecekti bize. Elimizde fotoğraflarımız, biletlerimiz olacaktı tabi, yolda topladığımız anılar olacaktı, ama zaman –hayatlarımızın biricik, mutlak, ezeli ve ebedi efendisi olan zaman- bize, “sen bu evden, bu odadan, bu bilgisayarın başından hiç ayrılmadın”, diyecekti.”
Benim fikrim güzel bir kitap olduğu yönünde, reenkarnasyona inanan biri için çok daha fazla anlamı olabilecek bir kitap olduğu kesin. Ama inanmamak hakkında okumayı engellemez.
“Hayatı güzelleştiren de budur: hazinelere ve mucizelere inanmak.”
Chako
15 Ağustos 2010 Pazar
Şahitler Kulübü
Kitap adı: Şahitler Kulübü
Yazar adı: Tami Hoag
Öldürülen bir genç kadın ve "Şahitler Kulübü" kadındaki bir kulübe mensup katil zanlıları.
Polo müsabakalarının düzenlendiği ve zengin insanların yaşadığı bir bölgede genç ve güzel rus seyis Irina öldürülür ve polislerle birlikte, eski polis Elena Estes ve Irina'ya aşık olan acımasız mafya Alexi Kulak da olayın peşine düşer.
"Kaybetme acısını da bilirdim. Giderek unutulmaya yüz tutan bir rüya gibi değil, gözlerimin önünde defalarca tekrarlanan ve her seferinde beynime kazınan kaybetme acısını da çok iyi bilirdim."
Elena, bu süreç içinde kendi geçmişiyle yüz yüze gelir; yalancı şahitlik yapmasını isteyen eski nişanlısı, kariyerini kızından daha önemli gören üvey babası.
"Özel bir şey aramıyordum. Polisken öğrendiğim en önemli şeylerden biri de algılarını daraltarak tek bir şeye odaklanmanın daha donra çok işe yarayabilecek küçük detayları gözden kaçırmaya neden olduğu."
"Dedektif, çok fazla şeyi olan insanlar asla sahip olduklarıyla yetinmiyor."
Çok başarılı bir kitap olduğu söylenemez, okurken ne heyecan ne de sıkıntı veriyor.
Chako
14 Ağustos 2010 Cumartesi
İstanbul Hatırası
Kitap adı : İstanbul Hatırası
Yazar adı : Ahmet Ümit
Açıkçası umduğum kadar başarılı bir kitap değildi. Fazlasıyla Dan Brown havasında bence. Onun Vatikan için yaptığını Ahmet Ümit de İstanbul için yapmış.
Baş komiser Nevzat ile yardımcıları Ali ve Zeynep yine karşımıza çıkıyorlar. Bu sefer İstanbul'un tarihine mi, yoksa İstanbul için önemli imparatorlara mı gönderme yaptıkları belli olmayan katiller var.
Arka arkaya işlenen cinayetler ve bir sonraki ölüm için bırakılan ipuçları.
Okurken tekrar tekrar "vay be İstanbul, sen ne güzel şehirmişsin" dedim. İstanbul'un tarihini çok çok güzel bir şekilde anlatmış. Daha önce hiç bir yerde duymadığım, okumadığım bilgiler vardı içinde ama nedense şehir tanıtımındaki başarısını sürükleyici kitap kurgusu konusunda göremedim.
Ama her şeye rağmen okunması tavsiye edilir, okuyup da "vay be İstanbul, sen ne güzel şehirmişsin" demeli.
Chako
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)